FETHİYE ÇETİN

Fethiye Çetin

GELECEĞE BAKMAK

"12 Eylül’de Mamak Askeri Cezaevi’ne getirilen her tutuklunun, sağcısıyla, solcusuyla on binlerce insanın ilk karşılaştığı, sonrasında da sık sık ziyarete mecbur bırakıldığı işkence mekânı bu kafeslerin yapılışlarının ve sonrasının çok ilginç, çok ironik bir hikâyesi var."

Korkunun, dehşetin, şiddetin alabildiğine egemen kılındığı, özellikle Kürt illerinin yangın yerine dönüştürüldüğü 2015 yılının Ağustos’unda, silahlı çatışmaların ortasında; kaosun tam orta yerinde vurdular Tahir Elçi'yi.

Soruşturmayı yürüten savcı, “asrın yolsuzluk davası”, “ahtapotun kolları” gibi söylemlere ki bu söylemler cumhurbaşkanına ait bile olsa izin vermemeli, gizlilik kararının gereklerini insan hak ve onurunu koruyacak şekilde uygulamalı, yargılamanın medyada yürütülmesine engel olmalıdır. Bu türden söylem ve yayınlar, insan hak ve özgürlüklerini, adil yargılanma hakkını ihlal ettiği gibi savcıları ve yürüttükleri soruşturmayı da anlamsızlaştırır, soruşturma sürecini de işlevsiz kılar.

Hemen her günün sabahına, evleri basılıp gözaltına alınanların isimleriyle uyanıyoruz. Sonra huzursuz bir bekleyişin ardından gözaltına alınanların tutuklamaya sevk edildiklerini ve tutuklandıklarını okuyoruz. Her tutuklama kararının ardından Imre Kertész’in satırları düşüyor aklıma. Yasal koşulları yokken neden tutuklanıyor bu insanlar diye soruyor, ne kadar uğraşsam da bir cevap bulamıyor, sonunda “tutuklayanların yetki alanı sınırsız da ondan”, “diktatörlükte yaşayan vatandaş eğer hapiste değilse, izinli olarak dışarı çıkmış mahpustur” diyorum.

“Anneannem” kitabımı okuduklarını, Hrant Dink cinayeti davasını takip ettiklerini söylediler. Bir süre ayakta sohbet ettikten sonra kadın elimden tutarak beni daha tenha bir yere sürükledi, “gel ki sana ne anlatayım” dedi. Hep birlikte oturacak bir yer bulduk ve kadın anlatmaya başladı, eksik bıraktığını düşündüğü yerleri de erkek tamamlıyordu. “Ermenileri vurduklarında bizim köyden birisi güzel bir Ermeni gelinini kuma (ikinci eş) olarak almış, bu gelinin bir de oğlu varmış. Kadın oğlunun da hayatını kurtarma sözü alarak kumalığı kabul etmiş. Maryam’mış adı, bütün yakınları öldürülmüş, o oğluyla birlikte bu adamın evine sığınarak hayatta kalabilmiş. Çok geçmeden bir gün Maryam tarlada çalışırken oğlunu öldürüp kuma olarak gittiği evin ahırına gömmüşler, üzerini de kapatmışlar..."

Yasanın açık hükmüne rağmen sanıklar hakkında insanlığa karşı suç fiilinden ceza verilmiyor. Bu suçtan ceza verilecek olursa dosya kesin kararla kapatılamayacak. Dava sonuçlandığında herkes günlük hayatın rutinine dönecek ve yaşananlar unutulacak diye umuluyor. Ancak umulan gerçekleşmiyor. 10 Ekim Dayanışması bu oyunu bozuyor. Katliamın ardından örgütledikleri geniş bir dayanışma ağıyla bir yandan önlerindeki aşılmaz gibi duran yargı duvarı üzerinde ciddi bir tazyik oluşturuyor.

Henüz on beş yaşındayken arkadaşlarıyla birlikte alınıp Auschwitz, Buchenwald toplama kampına götürülen Imre Kertész, hayatta kalabilen çok az sayıda insandan biri olarak Macaristan’a döndüğünde, hısımları ihtiyar Steiner ve Fleischman’la tartışmalarını ‘Kadersizlik’ isimli otobiyografik romanında anlatıyor. Satırları, adım adım gelen musibette kendi adımlarımızın payı üzerinde yeniden düşünmemi sağladı. Faşizmin yükselişi ve hayatlarımızı esir alması birdenbire oluşan bir sonuç değil, bu bir süreç. Bu adım adım geleni biz de adımlarımızla mümkün kılmıyor muyuz? Kendi adımlarımızın bu süreçten azade olduğunu söyleyebilir miyiz?

Faşizmin yenilgiye uğratıldığı ve bittiği düşünülüyordu. Oysa bugün, sadece ülkemizde değil dünyanın pek çok ülkesinde, ilkeleri insan hakları rejimince belirlenmiş ancak uygulaması devletlerin insafına bırakılmış bir dünyada dünya devletlerinin imzaladığı sayfalarca düzenleme, boş birer yığın olma riskiyle karşı karşıya, BM gibi kurumlar giderek anlamsızlaşıyor, varlık nedenlerini yitiriyorlar. Faşizm bitmiş, kapanmış bir sayfa mı?

Vatandaşın can güvenliğini, yaşam hakkını korumakla yükümlü üst düzey bir emniyet görevlisi, Hrant Dink’in yaşamı söz konusu olduğunda görevini yapabilmenin cesaret gerektirdiğini söylüyordu. “Neden cesaret istiyordu?” diye sorduğumda, ellerini iki yana açıp başını bir tarafa eğdi ve sustu, “Siz biliyorsunuz” anlamına geliyordu bu hareketi.

Wolfgang Schorlau gerek Anayasayı Koruma Teşkilatı gerekse polis istihbaratının, iki Almanya’nın birleşmesinden sonra da çok sayıda kararlı militan Neonazi’yi muhbir olarak devşirdiklerini de anlatıyor. Bu muhbirler aracılığıyla istihbarat örgütleri, Neonazi sahnesini yakından izliyor, inşasına da katkıda bulunuyorlar. Muhbirin suçun inşasına katıldığı eylemlerde devlet, doğal olarak muhbirini korumak istiyor, açığa çıkmaması için tedbirler alıyor. Hatırlayalım, Hrant Dink cinayetinde muhbirin suçun azmettirilmesindeki rolü ve aktif katılımı, ancak o dönem devlet içindeki odakların iktidar savaşı sayesinde ortaya çıkabilmişti. Muhbir devşirilmesindeki usulsüzlükleri de, muhbirin suçun inşasındaki rolünü de bu şekilde öğrenebilmiş, muhbirin cinayetteki rolü ortaya çıktıktan sonra dönemin Emniyet kadrolarında yaşanan telaşa hep birlikte tanık olmuştuk.